26 Ağustos 2009 Çarşamba

UNUTMUŞUM

Bu sabah güne unutmakla başlıyorum. Önüme açılan tüm kağıtlara yazdığım “Hatırla” notlarının buyurduğunun aksine, unutuyorum bugün. Önce “Kayıp Hayaller Kitabı” nı unutuyorum. Hasan Ali Toptaş ‘ tan okuduklarımın ilkiydi. Kitapla varolan köy hayatının beni nasıl etkilediğini unutmuşum.

"Yanlızlıklar" da yalnızlık ne kadar da çoğulmuş.

“ Yalnızlık bir boşluktur
içimizde;
sisli yamaçlarında babalarımızın
dev gölgesi dolaşır.
Babalar ki,
bizde bitmeyen upuzun tiratlardır;
bir masal ağacına benzeyen ellerini uzatıp
ellerimizden
çocuklarımızı okşarlar.
Torunlarına baba derler sonra,
sürekli değişen sesleriyle
torun çocuğunda hortlayarak.

Babalar, alnımıza yazılmış yalnızlıklardır.”

Yıldız Ecevit’ in “ Türk edebiyatında bir Kafka’ dır o “ dediği yazar da ironidir ki; Kafka gibi bir memurdur. Benzerlik burada bitmez tabi. Ama ben bunları, onun masal sözcüklerinin koca bir şiir olduğunu unutmaya devam etmişim. Ankara’ da icra memurluğu görevini sürdürerek, çizgi film izleyen çocukların önünden televizyonlarının alındığını görerek yazan yazarın diğer kitaplarını unutmuşum sonra.

Maddenin ötesinde sezinlediklerimi unutmuşum “Bin Hüzünlü Haz’ da”. Toptaş’ ın önce “belki” lerini, sonra “sözgelimi ” ve “sanki” lerini hatırlamayıp, hiçbir şeyin doğrudan söylenmediği bir hüzün, bir haz duymuşum.

Yarım bıraktığı cümlesinin sonuyla başlayıp, başıyla bitirdiği,uyku magrurluğundan kurtulamayan sesleriyle “Uykuların Doğusu” nda bazen çocukluğun acımasızlığıyla ürkmüşüm; bazen yalnızmışım, bazen kalabalık. Ne ara vardım, ne ara yoktum “Gölgesizler” de, onu unuttum.

Hasan Ali Toptaş gibi, gerçekten kendi rızamla yokolup, kurmacanın ne söylediği ancak sezilen sözcüklerinde var olmak istemek yetmezmiş işte. Yetişilecek yerler, yapılacak işler, ikna edilecek kişiler, sürülecek bir dünya varmış.

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Bir Kase Yoğurt

Nükteleriyle büyük bir şöhret kazanan ve Keçecizade Fuat Paşa ile bile fıkra yarışına giren Hasırcızade Mehmed Ağa, bir gün atının üstünde Gaziantep caddelerini dolaşmaya başlar. Elinde yoğurt kasesi taşıyan bir çocukla karşılaşır. Ağanın canı çekmiş olacak ki, kaseyi çocuğun elinden alır, taze yoğurdun üst tarafından biraz yer. Bu sırada çocuk ağlamaya başlayınca: “ Evladım, ağlama, annene yoğurdu Hasırcızade yedi, dersen sana kızmaz.” Elinde kaseyle ağlamaya devam eden velet, söyleyeceğini söyler:
“ Annem inanmaz! Sen bunu mutlaka bir it’e yalattın der beni döver!!! ” Hasırcızade bu olaydan sonra “ Beni ilk defa işte bu çocuk mat etti! ” demiş.
(KAYNAK: Karınca Huzura Varınca Kültür Sohbetleri – Dursun Gürlek – Timaş Yay. – syf:271 )

Kıvrak Zeka


Bir gün II. Mahmud’a asaleti tasdik edilmiş son derece güzel bir at gönderilmiş. Hükümdar bu atın iri ve siyah gözlerini görünce hayran olmuş. Hemen imrahorunu (ahırcıbaşını) çağırtmış:
- Bu hayvanı özel bir yere bağlayacaksın, yemine ve suyuna sen bakacaksın. Allah etmesin, buna bir hal olur da ölürse “öldü” diyenin vallahi boynunu vururum!
Biçare adam, II. Mahmud’un gazabına uğramamak için ahırda yatar, gece gündüz onunla meşgul olurmuş. Bu kadar bakılmaya rağmen, hayvan bir gün ansızın sancılanıp ölüvermiş. Ahırcıbaşı ne yapacağını şaşırmış. Kalkmış evine gitmiş, çoluk çocuğuyla helalleşmiş ve son bir ümit olarak şefaat için müsahip Said Efendi’ye gitmiş. Said Efendi II. Mahmud’un yemin şeklini öğrendikten sonra huzura çıkmış ve şöyle demiş:
- Efendimiz, sevgili atınıza acayip bir hal oldu
- Ne gibi?
- Mütemadiyen (sürekli) yatıyor. Kaldırıyorlar, bırakınca bir tarafa devriliyor. Yine kaldırıyorlar fakat bıraktılarmı öbür tarafa yıkılıyor. Yem yemiyor, su içmiyor. Gözleri kapalı, yerde öyle uzanmış kalmış.
II. Mahmud demiş ki:
- At ölmüş olacak!
Zeki olan Said yeri öpmüş:
- Efendimiz bunu siz söylediniz!!!
(KAYNAK: Karınca Huzura Varınca Kültür Sohbetleri –Dursun Gürlek –Timaş Yay.– syf: 255 )

Said Efendi'nin Taktiği

Osmanlı Padişahlarından II. Mahmud, “ telaş ” kelimesini “ talaş ” diye telaffuz edermiş. Lisana karşı bu kasda –bir hükümdardan da olsa- tahammül edemeyen rical (mevki sahibi kişiler) ve erkan (ileri gelenler) bunun düzeltilmesi için Müsahip Said Efendi’ye başvururlar. O da efendisini kızdırmadan meseleyi halletmeyi üzerine alır. Padişahın keyifli bir zamanında huzuruna girer ve endişeli ve yorgun bir çehre takınır. Hükümdar sorar:
- Ne var ne yok Said?
- Ah efendimiz başıma geleni sormayın! Kulunuzun babadan kalma bir fakirhanesi var. Başımızı soktuk, sayenizde geçinip gidiyoruz. Geçenlerde baktım, döşeme tahtaları çürümüş, merdiven basamakları değişmek istiyor. Bir gün dülger getirttik. Ortalık yonga, tahta parçası, talaş yığınlarıyla doldu. O gün aksi olacak, hanımım çamaşır yıkamaya kalktı. Nasıl oldu bilmem, mutfaktan bir kıvılcım sıçramış talaşlar parlayıvermiş.Bunu görünce kadının aklı başından gitmiş. Bir feryad koptu. Ne göreyim, bir yandan talaş yanıyor, bir yandan kadın telaş içinde... Söndürmeye çalıştık fakat kadının telaşı, talaşı söndürmeye vakit bırakmıyor ki... Talaş yanar, kadın telaş eder, “Telaş etme, talaştır yanar söner.” Dedikçe “ Talaşa telaş edilmez mi?” diye bağırıyor. Velhasıl talaş bir taraftan, telaş bir taraftan...Talaş bir yandan, telaş öbür yandan, talaş, telaş, talaş, telaş!...
II. Mahmud gülmüş ve sesini biraz yükselterek:
- Yeter artık Said, anladık işte!
(KAYNAK: Karınca Huzura Varınca Kültür Sohbetleri –Dursun Gürlek – Timaş Yay.– syf:254 )

Dünya Bu...

Yüzüne çok gülerler yüzde yüzü yalandır
Menfaat kaygısıdır hepsi filan falandır
Alemin göz diktiği cebindeki son kalandır
Cebin delikse eğer vermezler bir yudum su
Aldırma adam sende hepsi geçer dünya bu
Düşenin dostu olmaz derler hele bir yol düş de görürsün
O zaman sen dostları ancak düşte görürsün
O tatlı hülyaların sonu budur işte görürsün
Hiçbirinin aslı yok herşey fani illa hu
Aldırma adam sende hepsi geçer dünya bu
Herkes ısınır sana mangalın dolu kor’ken
Hısım akraban çoktur kazanın kaynıyorken
Dostların yüzüne güler maymunun oynarken
Hakiki dost ararsan ne o ne bu ne şu
Aldırma adam sende hepsi geçer dünya bu
Gölü temiz zannettik ince bir suyu Tuna
Kardeş arkadaş diye çok kandık şuna buna
Meğer harcamışız o güzel yılları boşuna
Yazık ki gençlik geri gelmez tuu
Aldırma adam sende hepsi geçer dünya bu
Bak bugün her tarafta esen rüzgar sam oldu
Her yer tutuştu yandı neşeler hep gam oldu
Medeni Avrupalı değişti yamyam oldu
Deme ne sakat iş bu ne çılgınlık yahu
Aldırma adam sende hepsi geçer dünya bu!!!
HALİDE NUSRET ZORLUTUNA
(KAYNAK: Karınca Huzura Varınca Kültür Sohbetleri – Dursun Gürlek – Timaş Yay. – syf: 83 )

Böyle Soruya Böyle Cevap...

Önde üç tane eşek, arkada bir yaşlı kadın
Arasından geçiyordu ekili tarlaların
Oralarda dolaşan saygısı yok bir haşarı
Rastgele gördü uzaktan geçiyorken katarı
Sanki şeytanlık için kabarıp da coştu
Kabaca bir şaka yapmak hevesiyle koştu
Kadını zannederek köylünün en mankafası
Dedi eğlenmek için: Bonjur eşekler anası!
Demek ister gibi ben maksadını anlıyorum
Yüzüne baktı kadın da dedi: Bonjur yavrum!!!
Saçma söz söylemek akil olan işidir
Kötü söylerse kişi aksini derhal işitir!
(KAYNAK: Karınca Huzura Varınca Kültür Sohbetleri – Dursun Gürlek – Timaş Yay. – syf: 23 )

Hocamız Denizde

Hoca merhumun yolu bir deniz sahiline düşmüş. Bakmış ki yer gök su. Dalgalandıkça dalgalanmakta, kabardıkça kabarmakta. Ayağına gelen köpüklere, uzaktan gelen uğultusuna, uzayıp giden maviliğine bakmış bakmış ve daldırmış avucunu köpüklerin arasına. Sonra da iştahla ağzına götürmüş. Ama o da ne... Tuzundan içi yanmış. Derhal uzaklaşmış oradan. Çok gitmeden bir mütevazı çeşme görmüş. Şırıl şırıl akıp durur. Tasını uzatıp kana kana içtikten sonra dönmüş denize;
“ Boşuna kabarma hiç, su dediğin böyle olur. ”
(KAYNAK: Dört Güzeller (Toprak, Hava, Su, Ateş) – İskender Pala – Kapı Yayınları – syf:159)

Sağlık İçin Ağlayın...


Gözyaşı...tıbben de yararlıdır. En azından ülserin koruyucu hekimi sayılır. Ağlama esnasında gözyaşıyla birlikte salgılanan iyzozyme adlı maddenin vücuttan atılması sağlıklıymış. Aksi takdirde karında kalırsa mideyi tahriş edermiş ve kadınlar sık ağladıklarından pek ülser olmazlarmış.
(KAYNAK: Dört Güzeller (Toprak, Hava, Su, Ateş) – İskender Pala – Kapı Yayınları – syf:151)

Biz İncinin Oluşması İçin...


... bir incinin oluşması için deniz veya istiridye yeterli midir? Eskilere göre bunun için birde Nisan Yağmuru lazımdır.
İnci ( dür, dürdane ), sedef denilen belli büyüklükteki deniz istiridyesinin karnında oluşur. Nisan mevsiminde sahile çıkan sedef, yağmurlarla birlikte kapakçığını açar, yağan rahmetten bir damla alıp denize dönermiş. Denizin tuzlu su ortamında bu saf yağmur damlası sedefin karnına oturur ve ona bir ıstırap vermeye başlar, o da bundan kurtulmak veya önlem olmak üzere su damlacığının çevresini salgıladığı bir sıvı ile kaplarmış. Bir müddet sonra salgının hükmü geçip sancı tekrar başladığında istiridye yeniden salgı üreterek karnındaki tanenin çevresini bir kat daha sıvıyla örer, böylece acıdan kurtulurmuş. Bu işlem devam ettikçe salgılanan sıvıda katılaşarak birbiri üstüne yapışır, katman katman büyür ve sonunda inci ortaya çıkarmış. Burada esas olan sedefin tek yağmur damlası ile denize dönmüş olmasıdır ki, bundan hasıl olan inciye dürr-i yek-dane ( tek inci) veya dürdane ( inci tanesi) denilir. Eğer sedef açgözlülük edip iki damla yutarsa karnındaki sancı arttığı gibi, yaptığı inci de patates gibi yamru yumru ve küçük olur, değeri azalırmış. Bazen inci ustalarının incileri delerken içinde su veya kum taneleri bulmaları buyüzdenmiş. Tek inciler, hem iri hem de yuvarlak olduklarından az bulunur ve ancak sultanlara hediye gidermiş.
...İstiridyenin ağzında inci olan o damla, yine nisan mevsiminde toprağın ısınmasıyla birlikte yeryüzüne çıkan yılanın ağzında bir damla zehre dönüşür.
(KAYNAK: Dört Güzeller (Toprak, Hava, Su, Ateş) – İskender Pala – Kapı Yayınları – syf:148)

Yağmur Duası



Yağmur duasının şartlarından biri de, duanın kabul olacağından şüphe duymamak, Allah’ın rahmetinden umutsuz olmamaktır.
Hoca merhum yağmur duasının ilk gününde yağmur yağmaz da, bu hususta serzenişte bulunanlara çıkışır: “ Siz zaten yağmur yağacağına inanmıyordunuz ki! ” “ Neden inanmayalım hoca efendi, işte dua ettik ya!... ”
Hoca da: “ İnansaydınız şemsiyeyle gelirdiniz!!! ” demiş.
(KAYNAK: Dört Güzeller (Toprak, Hava, Su, Ateş) – İskender Pala – Kapı Yayınları – syf:146)

Mezar Deyip Geçme!!!

Eskiden bir müslüman’ın kabri mermerden yapılacak olursa, lahdin kapak tabir olunan üst parçasında iki şey bulundurmaya dikkat edilirdi: Birincisi, kurdun, kuşun su içmesi için el ayası kadar bir yalakçık, diğeri de, yağmur suyunun mezar toprağına ulaşması amacıyla mermerin ortasına açılmış, bir karış çapındaki oval deliktir.
(KAYNAK: Dört Güzeller (Toprak, Hava, Su, Ateş) – İskender Pala – Kapı Yayınları – syf:141)

Kazdağları


Edremit’in Güre’sinde bir Sarıkız heykeli vardır. Sağ elinde bir değnek, sol eliyle beline yasladığı testiyi tutarak yürüyen bir köylü kızının tasviridir. Ayaklarına dolaşıp duran kazlar da etrafında...Anlatırlar ki, Kazdağları’nın Ayvacık yöresinden bir çoban, eşi ölünce küçük kızıyla gelip Güre köyüne yerleşir. Orada baba koyun çobanlığına başlar. İlkbahar da yaylaya, sonbahar da kışlamaya inerler. Bu zaman içinde hem baba da hem de gençlik çağına gelen güzel kızda ermişlik belirtileri görülmektedir. Baba yaşlanıp hacca gider. Giderken de kızını bir aileye emanet eder. Döndüğünde kızının adının kötüye çıkarıldığını duyar. Toplum onu ve sarıkızını dışlamaktadır. Bu hal adamın çok ağrına gider ve can paresine kıymak niyetiyle dağa çıkar. Dağ yolunda Sarıkız’a hakaret eden insanlarla karşılaşır ve fikir iyiden iyiye keskinleşir. Sarıkız ise hakikati masumiyetle anlattığı babasını inandıramamaktan bizar, susmaktadır. Bir ara can boğazına gelir ve kendisine hakaret edip laf atanlara cevap olsun diye yalnızca “ Suyunuz soğuk, kızınız kavruk olsun ” diyebilirdi. Nihayet dağ sıralarından bir tepeye çıkarlar. Baba abdest almak için Sarıkız’dan su ister. Kızın iki kez kendisine verdiği suyun tuzlu olması üzerine, bu defa tatlı su ister. Suyu anında vermemesinden dolayı şüphelenen baba, tuzlu suyu niçin verdiğini sorar. Kızı da: “ Acele ettiğin için denizden alıverdim ” der. Bunun üzerine Sarıkız’ın ermişliğine inanan baba mahcup, onu öldürmekten vazgeçer ve dağda terk edip gider. O anda dağın üzerine simsiyah bir bulut çöker. Dağdaki çobanlar bulut kalktıktan sonra geldiklerinde kızı bir tepede
( Sarıkız Tepesi ) babasını da 10 km. uzakta bir başka tepede ( Sarıkız’ın Babası Tepesi ) ölü olarak bulurlar! Halk baba ve kızı öldükleri yerde gömüp türbelerini çevirdikten sonra gerçekler ortaya çıkar ve o günden sonra sıradağlar da Sarıkız’ın anısına “ Kazdağları ” diye anılmaya başlar.
(KAYNAK: Dört Güzeller (Toprak, Hava, Su, Ateş) – İskender Pala – Kapı Yayınları – syf:138)

Bize Suyu Tanımla!!!


Dilbilimcilerden birine “ Bize suyu tanımla! ” dediklerinde birkaç gün mühlet istemiş. Kitaplar karıştırmış, araştırmalar okumuş, geceler boyunca binbir tanım yapmış, sonra bozup yeniden tanımlamış ve bir sabah küçük bir deri parçasının üzerine şunu yazdıktan sonra kimseciklere görünmeden o şehri terk edip gitmiş: “ Su, sudur kardeşim! ”
(KAYNAK: Dört Güzeller (Toprak, Hava, Su, Ateş) – İskender Pala – Kapı Yayınları – syf:61 )

Dağ Dağ Olalı...

Bir dağ her ne kadar yerkabuğunun üstünde görünürse de aslında o yaşadığımız dünyanın altyapısını oluşturan bir simetrinin yalnızca yarım yüzüdür. Ülkelerin sınırlarını çok zaman onlara bakarak çizeriz... Rüzgarları (hava) ve pınarları (su) onlar yönlendirir.
(KAYNAK: Dört Güzeller (Toprak, Hava, Su, Ateş) – İskender Pala – Kapı Yayınları – syf:37 )

Dünya Nerede Durur???

Eski Darülfünun müderrislerinden (profesörlerinden) merhum Ferit Kam’a; “ Dünya öküzün boynuzunda mı durur? ” diye sormuşlar. Üstat sınıfta bir ileri bir geri gitmiş, sağ başparmağını yeleğinin yan cebine takıp bir dakika kadar düşünmüş ve “ Yazın! ” demiş:
Ne taaccüp (şaşma) ediyorsun buna dünya derler
Duyulan herzelere onda nihayet yoktur
Yerin altında öküz var mı dedi bir meczup
Onu bilmem dedim; fakat üstünde pek çoktur!
(KAYNAK: Dört Güzeller (Toprak, Hava, Su, Ateş) – İskender Pala – Kapı Yayınları – syf:32 )