25 Ekim 2009 Pazar

Kendi yorumuyla bir Mehmet Bülent Şiiri-

"Mynet - Video - buzten - AÇIK TEŞEKKÜR ESKİ AŞKLARIN KADININA"

2 Eylül 2009 Çarşamba

Eylül Gelmiş

"Eylül gelmiş" İhanet mevsimi yaprakların ağaçlara.
Sarı Yeşil'den sonra gelen renkmiş,hüznün yayıldığı kaldırımlarda.
Yazlıkçılar toplanmaya başladılar.Okullar boyanıyor.
Çocuklar bu sene başlarlar okula hep.
Göbekten Pancar Motor, Öztitanik iki kişilik transatlantikleri çektik kıyıya.
Karadeniz'in rüzgarları başladı,azgın tertip.Sonbahar'a girdik.
Eğilmişti bakkalın oradaki sahra çadırının direği.
Eğilmezdi o direk kökü kumda olmasaydı.
Kaya istemiyor o direk,killi toprağa bile razıydı ama olmadı işte.
Kumu bulduğuna şükretsin.
On gün daha denize masa kurarız. Ayaklar suda,başımız yakamozda.
Çingene palamudu geldi on gündür masamıza.
Ahmet bundan sonra "Roman palamudu" dememizi teklif etti rakıyı dökerken bardaktan denize...
Yaz aşkları var mı gençlerin şimdi acaba.Bitecek mi gelecek yaza kadar onların da?
Dün zafer bitti,kutladık yavru vatan ve yabancı misyon şefleri ile.Necdet sordu bu yabancı misyon şeflerinin misyonu nedir? diye.Ben de "görevimiz tehlike" dedim.
Yazmaktan bahsettik sonra,Yazın "yazın "kolay fikrine vardık.Kışın "kışın kışın"yazılamayacağını söyledi
Ali, beş kadehten sonra "ç"yi "ş"söylerken.
Balığa limon sıkmam.Ama gece ikide dalgalar başladı sohbete limon sıkmaya.
Yeni Rakı'mızdan sonraki markaları tartışırken reklam ajansı gibiydik.Beyin fırtınası vardı masada.
"Sizi küçük burjuvalar" dedim."Zülfü Livaneli gibi Paris şatolarından şarap yazarsınız siz olanağınız olsa.Emekli maaşınızla Bakkal Rıza'nın içki kolleksiyonunu konuşuyorsunuz burada. "
Necdet oğlu'nu eve yolladı,buz getirmeye.
Ben son yetmişliği açtım sonbahara girerken."Saki benim "dedim."Eylül geldi.
Son parça palamudumu damağıma yapıştırdım.Sustum, kara ufka daldım.
Yaşamımızın sonbaharı da gelmişti.Kışa kalmış on -onbeş yıl.
Son kadehleri doldurdum yakamozun saati üçe gelirken.
Eylül'ü sevmem dedim.İhanet mevsimidir yaprakların ağaçlara.
Herkes sustu.Hepimiz ihanetlerimizi aldık evlere dağıldık.

1 EYLÜL 2007

26 Ağustos 2009 Çarşamba

UNUTMUŞUM

Bu sabah güne unutmakla başlıyorum. Önüme açılan tüm kağıtlara yazdığım “Hatırla” notlarının buyurduğunun aksine, unutuyorum bugün. Önce “Kayıp Hayaller Kitabı” nı unutuyorum. Hasan Ali Toptaş ‘ tan okuduklarımın ilkiydi. Kitapla varolan köy hayatının beni nasıl etkilediğini unutmuşum.

"Yanlızlıklar" da yalnızlık ne kadar da çoğulmuş.

“ Yalnızlık bir boşluktur
içimizde;
sisli yamaçlarında babalarımızın
dev gölgesi dolaşır.
Babalar ki,
bizde bitmeyen upuzun tiratlardır;
bir masal ağacına benzeyen ellerini uzatıp
ellerimizden
çocuklarımızı okşarlar.
Torunlarına baba derler sonra,
sürekli değişen sesleriyle
torun çocuğunda hortlayarak.

Babalar, alnımıza yazılmış yalnızlıklardır.”

Yıldız Ecevit’ in “ Türk edebiyatında bir Kafka’ dır o “ dediği yazar da ironidir ki; Kafka gibi bir memurdur. Benzerlik burada bitmez tabi. Ama ben bunları, onun masal sözcüklerinin koca bir şiir olduğunu unutmaya devam etmişim. Ankara’ da icra memurluğu görevini sürdürerek, çizgi film izleyen çocukların önünden televizyonlarının alındığını görerek yazan yazarın diğer kitaplarını unutmuşum sonra.

Maddenin ötesinde sezinlediklerimi unutmuşum “Bin Hüzünlü Haz’ da”. Toptaş’ ın önce “belki” lerini, sonra “sözgelimi ” ve “sanki” lerini hatırlamayıp, hiçbir şeyin doğrudan söylenmediği bir hüzün, bir haz duymuşum.

Yarım bıraktığı cümlesinin sonuyla başlayıp, başıyla bitirdiği,uyku magrurluğundan kurtulamayan sesleriyle “Uykuların Doğusu” nda bazen çocukluğun acımasızlığıyla ürkmüşüm; bazen yalnızmışım, bazen kalabalık. Ne ara vardım, ne ara yoktum “Gölgesizler” de, onu unuttum.

Hasan Ali Toptaş gibi, gerçekten kendi rızamla yokolup, kurmacanın ne söylediği ancak sezilen sözcüklerinde var olmak istemek yetmezmiş işte. Yetişilecek yerler, yapılacak işler, ikna edilecek kişiler, sürülecek bir dünya varmış.

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Bir Kase Yoğurt

Nükteleriyle büyük bir şöhret kazanan ve Keçecizade Fuat Paşa ile bile fıkra yarışına giren Hasırcızade Mehmed Ağa, bir gün atının üstünde Gaziantep caddelerini dolaşmaya başlar. Elinde yoğurt kasesi taşıyan bir çocukla karşılaşır. Ağanın canı çekmiş olacak ki, kaseyi çocuğun elinden alır, taze yoğurdun üst tarafından biraz yer. Bu sırada çocuk ağlamaya başlayınca: “ Evladım, ağlama, annene yoğurdu Hasırcızade yedi, dersen sana kızmaz.” Elinde kaseyle ağlamaya devam eden velet, söyleyeceğini söyler:
“ Annem inanmaz! Sen bunu mutlaka bir it’e yalattın der beni döver!!! ” Hasırcızade bu olaydan sonra “ Beni ilk defa işte bu çocuk mat etti! ” demiş.
(KAYNAK: Karınca Huzura Varınca Kültür Sohbetleri – Dursun Gürlek – Timaş Yay. – syf:271 )

Kıvrak Zeka


Bir gün II. Mahmud’a asaleti tasdik edilmiş son derece güzel bir at gönderilmiş. Hükümdar bu atın iri ve siyah gözlerini görünce hayran olmuş. Hemen imrahorunu (ahırcıbaşını) çağırtmış:
- Bu hayvanı özel bir yere bağlayacaksın, yemine ve suyuna sen bakacaksın. Allah etmesin, buna bir hal olur da ölürse “öldü” diyenin vallahi boynunu vururum!
Biçare adam, II. Mahmud’un gazabına uğramamak için ahırda yatar, gece gündüz onunla meşgul olurmuş. Bu kadar bakılmaya rağmen, hayvan bir gün ansızın sancılanıp ölüvermiş. Ahırcıbaşı ne yapacağını şaşırmış. Kalkmış evine gitmiş, çoluk çocuğuyla helalleşmiş ve son bir ümit olarak şefaat için müsahip Said Efendi’ye gitmiş. Said Efendi II. Mahmud’un yemin şeklini öğrendikten sonra huzura çıkmış ve şöyle demiş:
- Efendimiz, sevgili atınıza acayip bir hal oldu
- Ne gibi?
- Mütemadiyen (sürekli) yatıyor. Kaldırıyorlar, bırakınca bir tarafa devriliyor. Yine kaldırıyorlar fakat bıraktılarmı öbür tarafa yıkılıyor. Yem yemiyor, su içmiyor. Gözleri kapalı, yerde öyle uzanmış kalmış.
II. Mahmud demiş ki:
- At ölmüş olacak!
Zeki olan Said yeri öpmüş:
- Efendimiz bunu siz söylediniz!!!
(KAYNAK: Karınca Huzura Varınca Kültür Sohbetleri –Dursun Gürlek –Timaş Yay.– syf: 255 )

Said Efendi'nin Taktiği

Osmanlı Padişahlarından II. Mahmud, “ telaş ” kelimesini “ talaş ” diye telaffuz edermiş. Lisana karşı bu kasda –bir hükümdardan da olsa- tahammül edemeyen rical (mevki sahibi kişiler) ve erkan (ileri gelenler) bunun düzeltilmesi için Müsahip Said Efendi’ye başvururlar. O da efendisini kızdırmadan meseleyi halletmeyi üzerine alır. Padişahın keyifli bir zamanında huzuruna girer ve endişeli ve yorgun bir çehre takınır. Hükümdar sorar:
- Ne var ne yok Said?
- Ah efendimiz başıma geleni sormayın! Kulunuzun babadan kalma bir fakirhanesi var. Başımızı soktuk, sayenizde geçinip gidiyoruz. Geçenlerde baktım, döşeme tahtaları çürümüş, merdiven basamakları değişmek istiyor. Bir gün dülger getirttik. Ortalık yonga, tahta parçası, talaş yığınlarıyla doldu. O gün aksi olacak, hanımım çamaşır yıkamaya kalktı. Nasıl oldu bilmem, mutfaktan bir kıvılcım sıçramış talaşlar parlayıvermiş.Bunu görünce kadının aklı başından gitmiş. Bir feryad koptu. Ne göreyim, bir yandan talaş yanıyor, bir yandan kadın telaş içinde... Söndürmeye çalıştık fakat kadının telaşı, talaşı söndürmeye vakit bırakmıyor ki... Talaş yanar, kadın telaş eder, “Telaş etme, talaştır yanar söner.” Dedikçe “ Talaşa telaş edilmez mi?” diye bağırıyor. Velhasıl talaş bir taraftan, telaş bir taraftan...Talaş bir yandan, telaş öbür yandan, talaş, telaş, talaş, telaş!...
II. Mahmud gülmüş ve sesini biraz yükselterek:
- Yeter artık Said, anladık işte!
(KAYNAK: Karınca Huzura Varınca Kültür Sohbetleri –Dursun Gürlek – Timaş Yay.– syf:254 )

Dünya Bu...

Yüzüne çok gülerler yüzde yüzü yalandır
Menfaat kaygısıdır hepsi filan falandır
Alemin göz diktiği cebindeki son kalandır
Cebin delikse eğer vermezler bir yudum su
Aldırma adam sende hepsi geçer dünya bu
Düşenin dostu olmaz derler hele bir yol düş de görürsün
O zaman sen dostları ancak düşte görürsün
O tatlı hülyaların sonu budur işte görürsün
Hiçbirinin aslı yok herşey fani illa hu
Aldırma adam sende hepsi geçer dünya bu
Herkes ısınır sana mangalın dolu kor’ken
Hısım akraban çoktur kazanın kaynıyorken
Dostların yüzüne güler maymunun oynarken
Hakiki dost ararsan ne o ne bu ne şu
Aldırma adam sende hepsi geçer dünya bu
Gölü temiz zannettik ince bir suyu Tuna
Kardeş arkadaş diye çok kandık şuna buna
Meğer harcamışız o güzel yılları boşuna
Yazık ki gençlik geri gelmez tuu
Aldırma adam sende hepsi geçer dünya bu
Bak bugün her tarafta esen rüzgar sam oldu
Her yer tutuştu yandı neşeler hep gam oldu
Medeni Avrupalı değişti yamyam oldu
Deme ne sakat iş bu ne çılgınlık yahu
Aldırma adam sende hepsi geçer dünya bu!!!
HALİDE NUSRET ZORLUTUNA
(KAYNAK: Karınca Huzura Varınca Kültür Sohbetleri – Dursun Gürlek – Timaş Yay. – syf: 83 )

Böyle Soruya Böyle Cevap...

Önde üç tane eşek, arkada bir yaşlı kadın
Arasından geçiyordu ekili tarlaların
Oralarda dolaşan saygısı yok bir haşarı
Rastgele gördü uzaktan geçiyorken katarı
Sanki şeytanlık için kabarıp da coştu
Kabaca bir şaka yapmak hevesiyle koştu
Kadını zannederek köylünün en mankafası
Dedi eğlenmek için: Bonjur eşekler anası!
Demek ister gibi ben maksadını anlıyorum
Yüzüne baktı kadın da dedi: Bonjur yavrum!!!
Saçma söz söylemek akil olan işidir
Kötü söylerse kişi aksini derhal işitir!
(KAYNAK: Karınca Huzura Varınca Kültür Sohbetleri – Dursun Gürlek – Timaş Yay. – syf: 23 )

Hocamız Denizde

Hoca merhumun yolu bir deniz sahiline düşmüş. Bakmış ki yer gök su. Dalgalandıkça dalgalanmakta, kabardıkça kabarmakta. Ayağına gelen köpüklere, uzaktan gelen uğultusuna, uzayıp giden maviliğine bakmış bakmış ve daldırmış avucunu köpüklerin arasına. Sonra da iştahla ağzına götürmüş. Ama o da ne... Tuzundan içi yanmış. Derhal uzaklaşmış oradan. Çok gitmeden bir mütevazı çeşme görmüş. Şırıl şırıl akıp durur. Tasını uzatıp kana kana içtikten sonra dönmüş denize;
“ Boşuna kabarma hiç, su dediğin böyle olur. ”
(KAYNAK: Dört Güzeller (Toprak, Hava, Su, Ateş) – İskender Pala – Kapı Yayınları – syf:159)

Sağlık İçin Ağlayın...


Gözyaşı...tıbben de yararlıdır. En azından ülserin koruyucu hekimi sayılır. Ağlama esnasında gözyaşıyla birlikte salgılanan iyzozyme adlı maddenin vücuttan atılması sağlıklıymış. Aksi takdirde karında kalırsa mideyi tahriş edermiş ve kadınlar sık ağladıklarından pek ülser olmazlarmış.
(KAYNAK: Dört Güzeller (Toprak, Hava, Su, Ateş) – İskender Pala – Kapı Yayınları – syf:151)

Biz İncinin Oluşması İçin...


... bir incinin oluşması için deniz veya istiridye yeterli midir? Eskilere göre bunun için birde Nisan Yağmuru lazımdır.
İnci ( dür, dürdane ), sedef denilen belli büyüklükteki deniz istiridyesinin karnında oluşur. Nisan mevsiminde sahile çıkan sedef, yağmurlarla birlikte kapakçığını açar, yağan rahmetten bir damla alıp denize dönermiş. Denizin tuzlu su ortamında bu saf yağmur damlası sedefin karnına oturur ve ona bir ıstırap vermeye başlar, o da bundan kurtulmak veya önlem olmak üzere su damlacığının çevresini salgıladığı bir sıvı ile kaplarmış. Bir müddet sonra salgının hükmü geçip sancı tekrar başladığında istiridye yeniden salgı üreterek karnındaki tanenin çevresini bir kat daha sıvıyla örer, böylece acıdan kurtulurmuş. Bu işlem devam ettikçe salgılanan sıvıda katılaşarak birbiri üstüne yapışır, katman katman büyür ve sonunda inci ortaya çıkarmış. Burada esas olan sedefin tek yağmur damlası ile denize dönmüş olmasıdır ki, bundan hasıl olan inciye dürr-i yek-dane ( tek inci) veya dürdane ( inci tanesi) denilir. Eğer sedef açgözlülük edip iki damla yutarsa karnındaki sancı arttığı gibi, yaptığı inci de patates gibi yamru yumru ve küçük olur, değeri azalırmış. Bazen inci ustalarının incileri delerken içinde su veya kum taneleri bulmaları buyüzdenmiş. Tek inciler, hem iri hem de yuvarlak olduklarından az bulunur ve ancak sultanlara hediye gidermiş.
...İstiridyenin ağzında inci olan o damla, yine nisan mevsiminde toprağın ısınmasıyla birlikte yeryüzüne çıkan yılanın ağzında bir damla zehre dönüşür.
(KAYNAK: Dört Güzeller (Toprak, Hava, Su, Ateş) – İskender Pala – Kapı Yayınları – syf:148)

Yağmur Duası



Yağmur duasının şartlarından biri de, duanın kabul olacağından şüphe duymamak, Allah’ın rahmetinden umutsuz olmamaktır.
Hoca merhum yağmur duasının ilk gününde yağmur yağmaz da, bu hususta serzenişte bulunanlara çıkışır: “ Siz zaten yağmur yağacağına inanmıyordunuz ki! ” “ Neden inanmayalım hoca efendi, işte dua ettik ya!... ”
Hoca da: “ İnansaydınız şemsiyeyle gelirdiniz!!! ” demiş.
(KAYNAK: Dört Güzeller (Toprak, Hava, Su, Ateş) – İskender Pala – Kapı Yayınları – syf:146)

Mezar Deyip Geçme!!!

Eskiden bir müslüman’ın kabri mermerden yapılacak olursa, lahdin kapak tabir olunan üst parçasında iki şey bulundurmaya dikkat edilirdi: Birincisi, kurdun, kuşun su içmesi için el ayası kadar bir yalakçık, diğeri de, yağmur suyunun mezar toprağına ulaşması amacıyla mermerin ortasına açılmış, bir karış çapındaki oval deliktir.
(KAYNAK: Dört Güzeller (Toprak, Hava, Su, Ateş) – İskender Pala – Kapı Yayınları – syf:141)

Kazdağları


Edremit’in Güre’sinde bir Sarıkız heykeli vardır. Sağ elinde bir değnek, sol eliyle beline yasladığı testiyi tutarak yürüyen bir köylü kızının tasviridir. Ayaklarına dolaşıp duran kazlar da etrafında...Anlatırlar ki, Kazdağları’nın Ayvacık yöresinden bir çoban, eşi ölünce küçük kızıyla gelip Güre köyüne yerleşir. Orada baba koyun çobanlığına başlar. İlkbahar da yaylaya, sonbahar da kışlamaya inerler. Bu zaman içinde hem baba da hem de gençlik çağına gelen güzel kızda ermişlik belirtileri görülmektedir. Baba yaşlanıp hacca gider. Giderken de kızını bir aileye emanet eder. Döndüğünde kızının adının kötüye çıkarıldığını duyar. Toplum onu ve sarıkızını dışlamaktadır. Bu hal adamın çok ağrına gider ve can paresine kıymak niyetiyle dağa çıkar. Dağ yolunda Sarıkız’a hakaret eden insanlarla karşılaşır ve fikir iyiden iyiye keskinleşir. Sarıkız ise hakikati masumiyetle anlattığı babasını inandıramamaktan bizar, susmaktadır. Bir ara can boğazına gelir ve kendisine hakaret edip laf atanlara cevap olsun diye yalnızca “ Suyunuz soğuk, kızınız kavruk olsun ” diyebilirdi. Nihayet dağ sıralarından bir tepeye çıkarlar. Baba abdest almak için Sarıkız’dan su ister. Kızın iki kez kendisine verdiği suyun tuzlu olması üzerine, bu defa tatlı su ister. Suyu anında vermemesinden dolayı şüphelenen baba, tuzlu suyu niçin verdiğini sorar. Kızı da: “ Acele ettiğin için denizden alıverdim ” der. Bunun üzerine Sarıkız’ın ermişliğine inanan baba mahcup, onu öldürmekten vazgeçer ve dağda terk edip gider. O anda dağın üzerine simsiyah bir bulut çöker. Dağdaki çobanlar bulut kalktıktan sonra geldiklerinde kızı bir tepede
( Sarıkız Tepesi ) babasını da 10 km. uzakta bir başka tepede ( Sarıkız’ın Babası Tepesi ) ölü olarak bulurlar! Halk baba ve kızı öldükleri yerde gömüp türbelerini çevirdikten sonra gerçekler ortaya çıkar ve o günden sonra sıradağlar da Sarıkız’ın anısına “ Kazdağları ” diye anılmaya başlar.
(KAYNAK: Dört Güzeller (Toprak, Hava, Su, Ateş) – İskender Pala – Kapı Yayınları – syf:138)

Bize Suyu Tanımla!!!


Dilbilimcilerden birine “ Bize suyu tanımla! ” dediklerinde birkaç gün mühlet istemiş. Kitaplar karıştırmış, araştırmalar okumuş, geceler boyunca binbir tanım yapmış, sonra bozup yeniden tanımlamış ve bir sabah küçük bir deri parçasının üzerine şunu yazdıktan sonra kimseciklere görünmeden o şehri terk edip gitmiş: “ Su, sudur kardeşim! ”
(KAYNAK: Dört Güzeller (Toprak, Hava, Su, Ateş) – İskender Pala – Kapı Yayınları – syf:61 )

Dağ Dağ Olalı...

Bir dağ her ne kadar yerkabuğunun üstünde görünürse de aslında o yaşadığımız dünyanın altyapısını oluşturan bir simetrinin yalnızca yarım yüzüdür. Ülkelerin sınırlarını çok zaman onlara bakarak çizeriz... Rüzgarları (hava) ve pınarları (su) onlar yönlendirir.
(KAYNAK: Dört Güzeller (Toprak, Hava, Su, Ateş) – İskender Pala – Kapı Yayınları – syf:37 )

Dünya Nerede Durur???

Eski Darülfünun müderrislerinden (profesörlerinden) merhum Ferit Kam’a; “ Dünya öküzün boynuzunda mı durur? ” diye sormuşlar. Üstat sınıfta bir ileri bir geri gitmiş, sağ başparmağını yeleğinin yan cebine takıp bir dakika kadar düşünmüş ve “ Yazın! ” demiş:
Ne taaccüp (şaşma) ediyorsun buna dünya derler
Duyulan herzelere onda nihayet yoktur
Yerin altında öküz var mı dedi bir meczup
Onu bilmem dedim; fakat üstünde pek çoktur!
(KAYNAK: Dört Güzeller (Toprak, Hava, Su, Ateş) – İskender Pala – Kapı Yayınları – syf:32 )

7 Temmuz 2009 Salı

Kitapseverin koltuğu

Böyle bir koltuk sahibi olmak, "ben bir kitapseverim" demenin en açık yollarından biri galiba.

6 Temmuz 2009 Pazartesi

Hangi Padişahımız Bilin Bakalım!

Trabzon'da dünyaya geldi. Babası o sırada orada Vali idi. 26 yaşında Padişah oldu. Büyük dedesi Fatih Sultan Mehmed. 46 senelik Padişahlığı ile en uzun tahtta kalan hükümdarımızdı. Avrupa tarihçilerinin "MUHTEŞEM" dedikleri hükümdardı. Bunun yanı sıra, ünlü bir şairdi, meşhur şiirlerinden birisi şudur:

Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi.
Olmaya devlet cihanda, bir nefes sıhhat gibi.
Saltanat dedikleri bir cihan kavgasıdır.
Olmaya baht ü saadet dünyada vahdet gibi.

22 Haziran 2009 Pazartesi

KILLARI YOLUNMUŞ MAYMUN

"Zaman : Önemi yok.
Yer : Onun da…
Olay : Olay denilen “şey” nedir ki?"

Sıradan insan olmanın dehşetine bir göçmen olmak, Almanya’ da bir Türk olmak eklenince bunun size vereceği acıyı bir düşünün. Kaç nesil sürer, bir hiç olmadığınızı ıspatlamak. Kaç kişi olmalısınız var olabilmek için. Sadece bir yabancı olmak yetmez çünkü…

1988 yılı Birinci baskısını okuyorum kitabın. Şimdi okuduğuma üzülüyorum. Kurmaca yırtılıyor, okudunan her bölümle yazar belirginleşiyor yavaş yavaş. Tansiyonunuz düşüyor, bedeninizle ruhunuz çatışıyor, bölümlerin hayaletleri çevrenizde dolaşırken başınız dönüyor.
Romanda olayı “şey” kelimesine indirgeyip onunla oynuyor yazar.

Kitaptaki kılavuz söz şunları söylüyor :

“Bu kitap tek bir roman olarak okunabileceği gibi iki ayrı roman olarak da okunabilir. Okuyucu bu kitapta üçüncü bir roman okumak isterse, bölüm altlarındaki sayıları izlemesi gerekecek.”

Güney Dal için söyleyebileceğim çok az şey var. Ondan okuduğum İlk romandı Kılları Yolunmuş Maymun.

Yıldız Ecevit’e göre: “Edebiyat tarihi açısından bakıldığında, Batı’nın yüzyıl içine yaydığı modernist ve postmodernist gelişmeleri son yirmibeş-otuz yıl içinde birbirine harmanlayıp yaşayan Türk edebiyatında, postmodern çizgiyi bilinçli olarak ayırıp izleyen ilk Türk romancısıdır Güney Dal” (Cumhuriyet kitap, 28 Kasım 1998).















KILLARI YOLUNMUŞ MAYMUN
Baskı Tarihi : 1988
Sayfa Sayısı :360
SayfaYayınevi :Inter Yayinlari
Kategori :Türkçe Edebiyat
Yazar :Güney Dal

7 Haziran 2009 Pazar

Keyifli bir okuma

Evimizin güzel bir köşesinde bulunması gereken pek konforlu bir eşya. Kim istemez acaba?

26 Mayıs 2009 Salı

Bilge Karasu - Gece

Bazen kitaplığıma takılıyor gözlerim. Her bir kitabı sırayla tanıyorum önce. Onları aldığım anı düşlüyorum; neden kitapçı rafından çekildiklerini hatırlıyorum. Ne kadar zaman olmuş diyorum bazen. Zihin-takvimim onlar benim. Her biri bir anı / hayal / karar / yargı / kaçış / tadım / görüş / aldırış / aldanış / hüzün / bağlanış / unutuş getiriyorlar usuma, aynı anda.
Ama bir kitap var, “baskı” yı bana ilk yaşatan: GECE…
Yine Mersin’ deyim. Gece ile ilk tanıştığım şehir. Tanışıklığımız kapak resmi “ *Belki de bir düş” ile başlıyor.
Bilge Karasu’ nun düşü değil, kabusunu siz de görüyorsunuz.
O ilk andan itibaren Gece sizi de alıyor esaretine. Üzerinizde bir baskı kuruyor. Gece’ yi görmeye çalışıyorsunuz, olmuyor; okumak yetmiyor. Zaten Gece’ ye zorlanıyorsunuz.

Kapak resmi Abidin Dino' ya ait .
Bilge Karasu' yu okumak isterseniz, size tavsiye edeceklerim var:
Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı - Bilge Karasu- 1970 - Metis Edebiyat
Göçmüş Kediler Bahçesi - Bilge Karasu - 1979 - Metis Edebiyat
Ne kitapsız, Ne kedisiz - Bilge Karasu - 1994 - Metis Edebiyat
Öykülerde Dünyalar - Füsun Akatlı - 1998 - Kırmızı Yayınları
Bilge Karasu Aramızda - 1997 - Metis Edebiyat

7 Mayıs 2009 Perşembe

Hızlı Düşün, Sakin Ol, Güçlü Görün

Adamın biri Afrika'da safariye çıkarken yanına minik köpeğini de almış.Minik köpek ormanda dolaşıp kelebekleri kovalar, çiçekleri koklarken kaybolduğunu farketmiş.Ne yapacağını düşünürken bir de bakmış ki, karşıdan bir leopar geliyor ve belki günlük yiyeceğini arıyor.
"Şimdi başım dertte" diye düşünmüş minik köpek. etrafına bakmış yerde kemik parçalarını görmüş. Hemen arkasını leoparın geldiği yöne dönerek kemikleri yemeye başlamış. Bu arada da arkadaki hareketi kestirmeye çalışıyormuş. Leopar tam saldıracakken minik köpek kendi kndine konuşmaya başlamış:
"Ne kadar lezzetli bir leoparmış, acaba etrafta bundan bir tane daha varmıdır?"
Bunu duyan leopar bir an donmuş kalmış ve en yakındaki ağaca tırmanarak dalların arasına saklanmış.
Bütün bunlar olup biterken bir başka ağacın üstündeki bir maymun onları izliyormuş.Bildiklerini kullanarak leoparın yiyecek olarak kendisine saldırmasından kurtulacağını düşünmüş. Leoparın yanına gelerek neler olduğunu anlatmış. Leopar köpeğin yaptıklarına çok sinirlenmiş ve maymuna:
"Atla sırtıma gidip şunu yakalayalım" demiş.
Ancak minik köpek neler olduğunu ve leoparın sırtında maymunla birlikte yaklaştığını fark edince:
"Şimdi ne yapacağım?"diye düşünürken kaçmaya teşebbüs etmemiş. Bunun yerine yine kemikleri yemeye devam etmiş.
Tam leopar saldıracakken yine kendi kendine konuşmaya başlamış:
"Bu aptal maymun da nerede kaldı? Yarım saat önce bir leopar daha getirsin diye gönderdim, hala haber yok."
İşte zeka böyle birşey:
Hızlı düşün, sakin ol, güçlü görün, düşmanını kendi silahı ile yen.

Kaynak: 9-Kasım-2008 / Vatan Gazetesi

Karakuşi Hükümler

Münasebetsiz yorumlara, yanlış hükümlere akıl ve izan dışı cezalara "Karakuşi Hükümler" deniliyor.
...Karakuş, Selahaddin-i Eyyubi'nin veya amcası Şirkuh'un kölesiyken çalışkanlığı ile ve birtakım hizmetleri ile önemli mevkilere çıkıyor.
Karakuş, yüksek himmet sahibi kimseydi.
İşte "Karakuşi Hükümler"e birkaç örnek:
Bir eve giren hırsız, ceplerini doldurduktan sonra pencereden kaçmak istiyor. Pencere gevşek olduğundan ayağı kayıyor ve yere düşüp ayağını kırıyor. Ertesi sabah yakalanacağından korkarak, valinin huzuruna çıkıyor:
"Efendim, benim asıl mesleğim hırsızlıktır. Dün bir eve girip birşeyler çaldım. Pencereden çıkmak istedim, fakat çerçevesi gevşek olduğundan düşüp ayağımı kırdım." diyor. Karakuş bu evin sahibi kimse huzuruna getirmelerini emrediyor. Ev sahibi gelince, penceresini gevşek yaptığı, böylece hırsızın düşmesine sebep olduğundan onu hapisle tehdit ediyor.
Zavallı ev sahibi ürkek bir sesle:
"Bu marangozun hatasından kaynaklanıyor, ben ona parasını tam olarak ödedim. Fakat o işini noksan yapmış, bitirmeden bırakıp gitmiş." diyor. Bunun üzerine vali, marangozu çağırtıyor. İşini ihmal etmek suretiyle bir vatandaşın hayatını tehlikeye attın, diyor. Marangoz itiraz ediyor:
"Efendim, benim bir hatam yok, ben pencereyi tamir ederken, üzerinde parlak ve kırmızı elbise bulunan bir kadın geçiyordu. Onun güzelliğine o kadar kapıldım ki son çiviyi eğri olarak çiviledim!" diyor.
Vali, güzelliğini teşhir eden bu kadını bulduruyor. Ona marangozun işini tam olarak yapmasına engel olmakla bir yurttaşın hayatını tehlikeye sokmakla itham ediyor. Kadın:
"Benim güzelliğim Allah'tan geliyor. Elbiseme o parlak rengi veren boyacıdır. Dolayısıyla asıl suçlu boyacıdır." diyor. Elbise boyacısı huzura getiriliyor, boyacı elbiseyi bu şekilde boyayanın kendisi olduğunu itiraf ediyor. Boyacını ileri sürebileceği hiçbir mazaret bulunmadığından bu adamın hapishanenin önünde asılması, cesedinin iki gün asılı bırakılması emrediliyor. Boyacı derhal idam mahalline götürülüyor. Fakat boyacıyı asmaya geldikleri zaman adamın çok uzun boylu olduğu görülüyor. Durum valiye arzediliyor. Vali:
"Daha kısa boylu bir elbise boyacısı bulun ve onu asın" emrini veiyor!!!
* * *
Adamın biri diğer bir adamdan şikayette bulunarak alacağını vermediğini söylüyor. Karakuş sorunca verecekli olan: "evet, borcum var ancak elime para geçtiği zaman bu adamı arıyorum fakat bulamıyorum. Tam aksine parasız olduğumda kendisine rastlıyorum."diyor. Bunun üzerine Karakuş alacaklıya: "Seni hapsedeceğim, yerin belli olsun ki bu adam eline para geçince getirip sana borcunu ödesin!"diyor.

Kaynak: Kültür Dünyamızdan Manzaralar / Dursun Gürlek / Kubbealtı Neşriyat

Darhane Çorbası

Yavuz Sultan Selim, bir gün İstanbul'un ara sokaklarında dolaşırken rastgele bir eve girmiş. Fakir bir aileyle karşılaşmış. Evin hanımı padişahı karşısında görünce heyecandan ne yapacağını şaşırmış. Deyim yerindeyse eli ayağına dolaşmış. Köşede bucakta, kilerde, avluda kuru gıda maddesi olarak ne bulduysa alelacele bir kazana doldurup ocağa sürmüş. Beş, on dakika sonra bu şaşkın aşını padişaha takdim edip, utana sıkıla "buyurunuz efendim darhane çorbası" demiş. Fakir, yoksul ev anlamına gelen "darhane" zamanla halkın dilinde "tarhana"ya dönüşmüş.

Kaynak: Kültür Dünyamızdan Manzaralar / Dursun Gürlek / Kubbelaltı Neşriyat

Hipokrat Yemini


Hep merak etmişimdir zaten!!!!

Hekimlik mesleği üyeleri arasında katıldığım şu anda yaşamımı insanlık yoluna adayacağımı açıkça bildiriyor ve bunu üstleniyorum.
Hocalarıma karşı yaraşır oldukları gönül borcumu her zamana koruyacağım.
Sanatımı vicdanımın buyrukları doğrultusunda onurla yerine getireceğim.
Hastamın sağlığını başkaygım sayacağım.
Kendini ellerime bırakan kimselerin sırrını saklayacağım.
Hekimlik mesleğinin onurunu ve temiz töresini sürdüreceğim.
Meslektaşlarım kardeşlerim olacaktır.
Din, milliyet, ırk, siyasal eğilim yada toplumsal sınıf kaygılarının görevimle hastam arasına girmesine izin vermeyeceğim.
İnsan yaşamına ana karnına düştüğü andan başlayarak, kesinlikle saygı göstereceğim.
Baskı altında bile olsa tıp bilgilerimi insanlık yasalarına karşı kullanmayı kabul etmeyeceğim.
Bunları yapacağıma açıkça, özgürce ve namusum üzerine and içerim."

Kaynak: 1-Mayıs-2008 / Cumhuriyet Kitap / Sayı:950 / syf:32

Stendhal Sendromu

Floransa'daki Santa Croce Kilisesi'nin gotik ihtişamının insan ruhu üzerindeki etkileri tescillidir. Standhal'in bu kilise'deki sanat eserlerini ve burada gömülü ünlü Floransalılar'ın mezarlarını gördüğünde kısa süreli baygınlık geçirdiği biliniyor. Bu durum tıp literatürüne de girmiş ve "sanat eserleri karşısında söz konusu türden bir kendinden geçme haline STENDHAL SENDROMU" denmiştir.

Kaynak: 14-Mart-2008 / Radikal Kitap / syf:24

6 Mayıs 2009 Çarşamba

Dünyanın en alçak bölgesi deniz seviyesinden "395" metre aşağıda olan "Lut Gölü çevresi dir" . Göl tabanı akdeniz yüzeyinden yaklaşık "800"metre daha alçakdır, tuz miktarı "% 30" olduğundan yosun-balık gibi canlı yaşamaz. Batı dilinde "Ölü Deniz" denilir.

{Kaynak biliniyor da hatırlanamıyor kabul mü?}

5 Mayıs 2009 Salı

KiDOS nedir?

Kitap ve Kütüphane Dostları (KiDOS) Sakarya İl Halk Kütüphanesi için bir şeyler yapmaya çalışan gönüllü arkadaşlarımızın oluşturduğu bir oluşumdur. Öncelikle kitapları çok sevdiğimiz ve elbette kütüphanenin müdavimleri olduğumuz için elimizden geleni yapmak istiyoruz. Kütüphaneden bir şeyler beklemek kadar bir şeyler almayı istemek de önemli galiba. Bu uğurda oturduğumuz yerde bize sunulanla yetinmek yerine kütüphaneye gidip neler yapabileceğimize bakıyoruz.

Kütüphanede bir köşe tasarlamak, aksadığına inandığımız yerleri ve hizmetleri düzeltmeye yardımcı olmak, kitap kolaksiyonunu okuyucuların istedikleri şekilde düzenlemeye yardımcı olmak, okuyucu toplulukları oluşturmak, kitap listeleri tavsiye etmek, çeşitli kütüphane etkinliklerinde yer almak, film gösterileri sunmak, müzik ve şiir dinletileri hazırlamak ve kütüphanede yapılabilecek her tür etkinliğin hepsinde ya da sadece birinde için KiDOS'a üye oluyoruz.

“TARİH” Dersini Çalışma Stratejisi

Tarih dersi için kavram bilgisi çok önemlidir:
“Kapitülasyon, Feodalite, Tımar, Rönesans, Milliyetçilik, Güçler Birliği, Sömürgecilik, Halkçılık, Reform, Pan-slavizm, Meşrutiyet” gibi kavramların ne ifade ettiği çok iyi bilinmelidir. Tarihi olaylar ve tarihsel kavramlar arasındaki ilinti çok iyi anlaşılmalıdır.

Kaynak: Eylül 2005-Sayı: 144-Ailem Dergisi

“Boşlukta Duyulan Istırap Nedir?”

Eleştirmenlerden biri ünlü Fransız edebiyatçısı olan Alexandre Dumas Filsge “Üstadım yazdığınız eser güzel olmasına güzel ama, içinde çok fazla anlaşılmayan tasvirler var, mesela ‘boşlukta duyulan ıstırap nedir? bir türlü anlayamadım” der.
Edebiyatçı cevap verir:
“Yapmayın dostum, siz hiç baş ağrısı çekmediniz mi?”

Kaynak: Tarihe Geçen Hazırcevaplar-Akın Alıcı-Epsilon yay.

Kalbi Oraya Düşmüş!!!

Süleyman Nazif şahsen fakir bir kimse olmasına rağmen o akşam ki yiyeceğini daha muhtaç durumda olan bir hastaya verecek kadar merhametli idi.Oysa Abdullah Cevdet tam aksi bir karakterin sahibiydi.Bundan dolayıdır ki ünlü şairimiz önce kendini düşünen Abdullah Cevdet’i sevmezdi.
Bir gün Abdullah Cevdet’in hasta olduğundan söz edilir.Orada bulunan Süleyman Nazif durmadan düşen beyaz gömleğinin kol kapaklarını düzelterek sorar: “Hastalığı neymiş?” “Mesanesinde taş varmış.”
Süleyman Nazif bir an için Abdullah Cevdet’in merhametsizliğini hatırlamış olacak ki şöyle cevap vermiş:“Desenize, kalbi oraya düşmüş!”

Kaynak: Çınaraltı Kitap Sohbetleri-Dursun GÜRLEK-Timaş Yay.-3.Baskı-İst.2004

Adı Vural Olunca!!!

İbnülemin Mahmud Kemal Bey, bir gün Taha Toros’la beraber tanıdıklarından birinin cenaze namazını kılmak üzere öğle namazında Beyazıt Camii’ne gider arkadaşına son görevini yerine getirir.
O gün ikindi namazında da Fatih Camii’nde bulunmaları ve orada da diğer bir cenazeye katılmaları gerektiğinden yine Taha Toros ile birlikte hareket ederler.Yolda giderken kendini yerden yere atan çocuğunu döven bir kadına rast gelirler.İbnülemin bey çocuğu niçin dövdüğünü sorunca kadın öfkeyle anlatmaya başlar: “Efendim bu çocuk fena halde canımı sıktı.Az önce illa çikolata alacaksın diye tutturdu.Aldım yemedi, şimdi de simit diye ağlıyor, yerden kalkmıyor.”
Üstad: “Peki hanım çocuğun adı nedir?”diye sorunca kadın: “Vural” cevabını verir.
“Be kadın!Madem ki veledin adını Vural koymuşsun.Öyleyse dediğini yapmak zorundasın.Hem vuracaksın, hem alacaksın.Vur-al!

Kaynak: Çınaraltı Kitap Sohbetleri-Dursun GÜRLEK-Timaş Yay.-3.Baskı-İst.2004

Cimrinin Cevabı

Muallim Naci “Nevadirül-Ekabir”inde diyor ki:
Bir fakir, tanıdığı zengin bir cimrinin huzuruna çıkar:
“Efendim sizden iki talebim var, birincisi bana elli altın borç vermeniz, ikinciside bunu geri ödeyebilmek için bir yıl mühlet vermenizdir.”der.
Cimri şu cevabı verir:
Baş üstüne!Sen bizim mahallenin hatırı sayılır insanlarındansın.Elden geldiği kadar arzunu yerine getirmek isterim.Adam adama hele komşu komşuya daima yardımda bulunmalıdır.Fakat bir kimseden iki şey istendiği zaman o adam birini yerine getirip diğerini yapamazsa kınanmamalıdır.Bende şimdi sizin iki isteğinizden yalnız birini yerine getireceğim.Diğer talebinize karşılık veremeyeceğim için beni affetmenizi rica ederim.Beni altın vermekten muaf tutunuz, ama istediğiniz kadar mühlet verebilirim!

Kaynak: Çınaraltı Kitap Sohbetleri-Dursun GÜRLEK-Timaş Yay.-3.Baskı-İst.2004

Tashih Hataları

Peyami Safa 1959’da Tercüman Gazetesi’nde şunları yazmaktadır: Elli seneden beri dizgi yanlışlarından kurtulmuş Türkçe tek bir gazete, mecmua, magazin, kitap ve risale görmedim.Latin alfabesi kabul edildiğinde yanlışların azalacağı umulmuştu.Artık onlara bir de kaideleri hala iyice tespit edilemeyen imla yanlışları katıldı.Her gün gazetelerde veya mecmualarda kendi yazılarımı okurken kelimeden kelimeye kayan dikkatime büyük bir korku karışır ve korktuğuma uğrarım.Yabancı kelimelerin çoğu yanlış çıkar.Noktalamalarda çoğu defa bozuktur.Bazen yanlışları düzeltmek için ertesi günkü yazımın sonuna eklediğim özür notlarında da yanlışlar olur.Vaktiyle bir tiyatro ilanında : “Aktör Naşit Bey bu gece yeni kostümleriyle sahneye çıkacak.”cümlesi “Aktör Naşit Bey bu gece yeni koşumlarıyla sahneye çıkacak.”halini alınca, okuyucuları rahmetli komiğimiz kadar güldürmüştür.Peki sultanım, şu Avrupa gazetelerinde niçin dizgi yanlışlarına rastlanmaz?Veya pek az rastlanır?Demek ki yazarın yazısı ne kadar okunaksız olursa olsun, mürettibin ve musahhihin ya dikkatinde veya çalışma tarzında büyük bir fark vardır.Her işte olduğu gibi buda mı geriliktir?Tahsisata, bilgiye, tekniğe lüzum yok, dikkatin halledeceği bir meselenin her gazetede, her matbaada sürüncemede kalması fena bir işarettir.Elli sene evvel (şimdi seksen yıl önce) bu tashihi felaketi yoktu.Şemseddin Sami’nin altı büyü ciltlik “Kamusul Alam”ında kelimelerin çoğu Arapça ve Farsça olduğu halde yanlışa rastlamak oldukça zordur.Demek ki kabahat harflerde değil, olan bizim kafamıza olmuş.Bir gün Cağaloğlu’ndaki Diyanet Yayınevini geziyordum, cildi gözümü okşayan bir kitabı elime aldım.İlk sayfasında şöyle bir yazı gördüm: Bu kitap büyük bir itina ile “tassih”eilmiştir.Bu kelimenin ne büyük bir felaket olduğunu kitap meraklılarına anlatmaya gerek yoktur.Bahsi geçen kitap ünlü bir yayınevinin İslam Klasikleri serisinden çıkardığı Osmanlı alimlerinden bir zatın, birkaç ciltlik eseriydi.Okuyucu bu garip cümlenin yorumunu nasıl yapacaktı?İnsan uzun süre düşünse bile böyle bir garabet örneğini zor bulurdu. “Tashih” kelimesi “Tassih”şeklini alarak “Tahrip” edilmişti.Tabi ki de böyle bir şeyin “Tasvip” edilmesi mümkün değildi.Bir gün Süleyman Nazif ile Abdullah Cevdet karşılaşırlar.Abdullah Cevdet pürtelaş ve pürhiddet konuşmaya başlar:“Efendim, bir şiir yazmış ve son beyitini “Ben bu milletin öksüzüyüm” diye bitirmiştim.Mürettip hatası olmuş, gazetede “Ben bu milletin öküzüyüm”diye çıkmış.Bunun üzerine Süleyman Nazif taşı gediğine kor ve der ki: “Mirim, o senin dediğin mürettip hatası değil mürettip sevabıdır.”Dizgicilerinde bir alem olduğunu söylemeliyim.Gördüklerini olduğu gibi dizmekle görevli oldukları halde bazen kendilerine göre tasarrufta bulunuyorlar ve bazı kelimeleri ve cümleleri öyle tahrif ediyorlar ki ortaya hilkat garibeleri çıkıyor.Yıllar önce çalıştığım gazetede “Türkiye’de İslami Hareketler”in anonsu yapılıyordu.Bu anlamda yazılar dizgiye verilmişti.Dizilip gelen yazıları okuyunca şöyle bir cümleyle karşılaştım: “Vahşi Kedi Tarikatı” Allah Allah, buda neyin nesiydi?Demek böyle bir tarikat varmış da bizim haberimiz yokmuş.Sordum soruşturdum, servisindeki işgüzar bir bayanın “Nakşibendi Tarikatı”nı “Vahşi Kedi Tarikatı” diye dizdiğini tespit ettim.Ve bu dizgici cümleleri değiştirmekte yeni kelimeler uydurmakta maharet sahibiydi.Adam: “Suadiye’de daire arıyorum” diye ilan veriyor bu bayan onu “Suriye’de daire arıyorum” diye diziyor.Eskiler diğer birçok konuda olduğu gibi bu hususta bizden daha titiz davranıyorlardı.Meşhur Kavalalı Mehmet Ali Paşa ümmi olmasına rağmen son derece ciddi ve dirayetli bir kimseydi.En büyük meziyetlerinden biri de işi ehline vermekti.Mısır’ın modernleşmesinde ilim ve teknikle alakalı yeniliklerin ülkeye hakim olmasında büyük gayret göstermişti.Paşa hazretleri bir gün Kahire’deki meşhur Bulak Matbaası’na gider.Maiyetiyle birlikte matbaayı teftiş eder.Yetkililerden bilgi alır.Orada çalışanlara teker teker görevlerini sorar.Mihmandarına madeni harfleri yerleştiren kişinin ne iş yaptığını sorar.Mihmandarı ,”Efendim, gördüğünüz bu yazıları bu arkadaş belli bir plana göre birer birer yerine dizer.Sonra kalıba alır.”Paşa sırasıyla dizgicilerin, operatörlerin, muharrirlerin, mütercimlerin görevlerini sorar ve cevapları aldıktan sonra sıra musahhihlere gelir, onların da ne iş yaptıklarını merak eder.Mihmandar der ki:“Efendimiz, Muharrir veya Mütercim yanlış yazabilir, operatör yanlış dizebilir, bütün bunları musahhih görür ve düzeltir.Hayretini gizleyemeyen paşa der ki:“Allah Allah!Bütün bu adamlar yanlış yapacaklar, musahhih onların hepsini görecek ve düzeltecek!O zaman en yüksek maaşı buna verin!”İslam dünyasında iki matbaada basılan kitaplarda yanlış yoktur:“Matbaayı Amire” ki bugünkü devlet matbaasıdır,“Bulak Matbaası” bu matbaa ilim dünyasına okur yazar bile olmayan Mehmet Ali Paşa tarafından hediye edilmiştir.

Kaynak: Çınaraltı Kitap Sohbetleri-Dursun GÜRLEK-Timaş Yay.-3.Baskı-İst.2004

Midedeki Beşik

Avustralya’da bir kurbağa türü vardır. Bütün kurbağa türleri içinde onu ayrıcalıklı kılan ilginç bir yaratılışla var edilmiştir. Rheobatrachus Silus adındaki bu kurbağanın dişisi, yumurtalarını yavruların çıkmasına az bir zaman kala yutar.
O dişi kurbağa da bütün “anne” canlılar gibi, yavrularına tarifsiz bir şefkat gösterir. Yumurtalarını yutması da bundandır. Bu tür, yumurtalarını yutar; çünkü hayata gözlerini yeni açacak o yavruların, büyüyüp gelişmek için emniyetli bir yuvaya ihtiyaçları vardır. İşte o yuva da annelerinin midesidir.
Peki nasıl olur bu iş? Mideye inen yumurtalar mide tarafından sindirilmez mi?
Memelilerde yavrunun doğumuyla birlikte tatlı ve latif sütün akmaya başlaması gibi, dişi Rheobatrachus Silus’un yavruları yumurtadan çıktığında bedeninde bir dizi değişiklik meydana gelir. Tam vaktinde ve tam da yavruların ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde.
Önce dişi kurbağanın tüm sindirim faaliyetleri durur. O ana kadar yediği ne varsa, midesinden bağırsaklarına doğru itilir ve tamamen boşalan midenin şekli değişip, birazdan gelecek yumurtalar için sıcak ve güvenli bir beşik halini alır.
Çok obur bir kurbağa türü olarak bilinen Rheobatrachus Silus’un bu andan itibaren iştahı tamamen kesilmiştir. Artık tam iki ay boyunca ne yiyecek ne de içecektir.
İlerleyen günlerde yumurtalarından çıkan yavrular iyice büyür. Onların büyümesiyle birlikte mide de büyür. Büyüyen mide akciğerleri sıkıştırmaya başlar ve bir süre sonra akciğerin tüm faaliyeti durur ve hayvanın nefes alması için yedek sistemler devreye girer. Kurbağa, bu aşamadan sonra derisindeki özel gözenekler sayesinde nefes alıp verecektir.
İyice büyüyen ve dış dünyada yaşamaya hazır hale gelen yavrular, yemek borusundan tırmanarak mideden annelerinin ağzına gelir ve dışarıya hayatlarının ilk kurbağa atlayışını yaparak çıkarlar.
Annenin midesi ise, yaklaşık sekiz gün kadar sonra eski haline döner.
Avustralya’nın Adelade Üniversitesi’nde görevli Zoolog Michael J. Tyler ve yardımcısı, David Carter tarafından keşfedilip bilim dünyasına duyurulan bu ilginç olay, pek çok bilim adamını hayretler içinde bıraktığı gibi bazılarına da, insanlardaki ülser hastalığının tedavisi için ilham kaynağı oldu.

Kaynak: Aralık 2005-Sayı:348-Zafer Dergisi

Su Ve Dua

Su insan hayatının en önemli vazgeçilmezi... Susuz edemiyoruz. İnsan vücudunun ve yeryüzünün dörtte üçü, meyvelerin ise yüzde 90’a yakını sudan oluşuyor. Aslında her birimiz ‘su içinde’ yaşıyoruz. Hücrelerimiz ince bir zarla çevrelenmiş birer su küpüne benziyor. Bu küçücük küpler içindeki her şey su içinde oluyor. Su hayatımızın bu kadar merkezinde olduğu halde, suyu hep varmış varsayıp üzerinde düşünmeye bile değer görmüyor olabiliriz. ‘Sudan ucuz’ pek az şey var gündelik hayatımızda. Sözüm ona, su basit bir madde. Sıradan bir molekül. Önümüz sıra akıp giden, cansız, duygusuz bir şey.
Öyle mi?
Japon araştırmacı Dr. Masaru Emoto’nun on yılı aşkın bir süredir gördükleri, suyun hiç de duyarsız, cansız, sıradan bir şey olmadığını düşündürüyor. Su, sesi dinliyor, söze kulak veriyor, çevredeki duygu atmosferini yüzüne yansıtıyor. Deyim yerindeyse üzülüyor, küsüyor, seviniyor.
Emoto’nun yaptığı çalışmalar su moleküllerinin ve atomlarının bir insan duyarlılığına sahip olduğunu resmen ortaya koyuyor. Emoto’nun bugünlerde dünyanın çeşitli şehirlerinde heyecanla sergilediği çarpıcı görüntüler herşeyi anlatıyor.
Dr.Emoto her bir maddenin kendine özgü bir manyetik alanı olduğu gerçeğinden yola çıkmış ve ilk olarak suyun manyetik alanını incelemeye başlamış. Emoto, herşey gibi su moleküllerinin de manyetik alanının elektronların atom çekirdeği etrafındaki dönüşlerinden kaynaklandığını hatırlatıyor. Elektronların dönüşü ve dolayısıyla da suyun manyetik alanı, çevredeki ses dalgalarından etkilenebilir miydi? Konuşulan sözlerin içeriğinin olumlu yada olumsuz olması suyun manyetik alanını dolayısıyla moleküler ve atomik yapısını etkileyebilir miydi? Emoto mikroskopla fotoğrafını çektiği su kristallerine bakarak bu sorulara kesin bir ‘evet’ cevabı veriyor.
Emoto ve ekibi ilk olarak suya müzik dinletmiş. Bir miktar arıtılmış suyu birkaç saat farklı müzikler yayınlayan iki hoparlörün önünde bekletmişle, sonra bu suları dondurarak su kristallerinin fotoğrafını çekmişler.
Emoto’nun ekibi su moleküllerinin insan sözünün içeriğinden nasıl etkilendiğini görmek için Fujiwara Barajı’ndan topladıkları suya dua okumuşlar. Su kristalinin duadan önceki biçimi ile duadan sonraki biçimi arasında belirgin bir farklılık gözlemlemişler.
Suyun tüm bir hayatı yakından ve derinden etkilediğine dikkat çeken Dr.Emoto, negatif duygularla içilmiş suyun yada negatif duygularla yüklenmiş suyun canlı bedeni içindekilere adı konmamış zararlar verebileceğini belirtiyor. Canlı bedenleri büyük oranda su içerdiğine göre, negatif duyguların, sözlerin ve müziklerin kanser oluşumuna zemin hazırlayacak derin moleküler değişikliklere de yol açabileceğine dikkat çekiyor.

Kaynak: Aralık 2005-Sayı:348-Zafer Dergisi

İzafiyet Teorisi

Albert Einstein’ın 1918 yılında öne sürdüğü ‘İzafiyet Teorisi’ zamanın göreceli bir kavram olduğu, uzay ve zamanın bir algıdan ibaret olduğu, uzay ve zamanı anlama biçimimizin nerede bulunduğumuza ve nasıl hareket ettiğimize bağlı bulunduğu gibi açıklaması ayak üstü olanaksız, üstelik belli bir fizik bilgisi olmayanların anlamakta zorlanacakları bu teoriyi misafir olduğu evin sahibesi güzel hanımda sorunca, ünlü fizikçi teoriyi açıklamanın faydasız olacağını anlatmak için şu örneği anlatır:
“Hanımefendi, sıcak bir günde görme engelli bir arkadaşımla bahçede gezinirken bir ara ona ‘Canım bir bardak soğuk süt çekti’ diyeceğim tuttu. Arkadaşım bana ‘Sütün ne olduğunu bilmiyorum’ deyince, bende ‘Beyaz bir sıvıdır’ açıklamasını yaptım. Arkadaşım bu kez de ‘Sıvının ne olduğunu biliyorum, ama beyaz nedir anlamadım!’ dedi. ‘Kuğu kuşunun tüylerinin rengi beyazdır’ dedim. Arkadaşım ‘Tüyün ne olduğunu bildiğini, fakat kuğuyu bilmediğini’ söyledi, bende ona kuğunun en önemli özelliğini anlattım ‘Kuğu eğri boyunlu bir kuştur’ dedim. Arkadaşım ‘Boynun ne olduğunu bildiğini ama eğri nedir bilmiyorum’ dedi. Artık sabredemedim ve adamın kolunu tutup dümdüz uzattım ‘İşte bu düzdür’ dedim ardından kolunu dirsekten bükerek ‘Bu da eğridir’ diye açıkladım. Bunun üzerine görme engelli arkadaşım heyecanlanarak şöyle dedi: ‘Evet, şimdi anladım sütün ne olduğunu!”

Kaynak: Tarihe Geçen Hazırcevaplar-Akın Alıcı-Epsilon yay.

KiDOS'a Katılmak İçin

Merhaba Arkadaşlar!

KiDOS üyesi olabilmek için sadece ve sadece kitapları seviyor olmanız yeterlidir.

Sizler de bizimle beraber kütüphanemizi yeniden şekillendirmek istiyorsanız lütfen aramıza katılın. Bunun için kütüphaneden kütüphaneci Şener Yelkenci'ye danışabileceğiniz gibi kidos54-owner@yahoogroups.com ya da seneryelkenci@yahoo.com adreslerine kendinizi tanıtan kısa bir e-posta yazmanız yeterlidir.

Sakın Gaza Gelmeyin!

“Greater Idaho Falls” Bilim Fuarında bir lise talebesi yüksek bir masanın üzerine çıkarak hazırladığı projeyi anlatıyordu:
“Dihidrojen-monoksit maddesi acilen yasaklanmalı, bu mümkün değilse, çok sıkı bir biçimde kontrol altında tutulmalı!”
Öğrenci maddenin zararlarını duvara astığı afişte şöyle sıralıyordu:
1- Yoğun terleme ve kusmaya yol açabilir.
2- Doğada büyük zarar veren asit yağmurlarının ana unsurudur.
3- Gaz halinde iken çok ciddi yanıklara sebep olabilir.
4- Kazara solunarak ciğerlere dolması, ölüme davetiye çıkarır.
5- Erozyona yol açar.
6- Otomobil frenlerinin etkinliğini azaltır.
7- Ölümcül kanser tümörlerinin hepsinde görülmüştür.
Bir saat içinde standı gezen 50 kişiden 43’ü yasaklama isteğini şiddetle destekleyip imza verdiler.6 kişi kararsız kaldı ve sadece bir kişi “dihidrojen-monoksit” (2 Hidrojen 1 Oksijen) maddesinin hayatın can damarı “SU” olduğunu söyleyip itiraz etti.

Kaynak: Yaşanmış Öyküler – Zafer Yay.

Garip Ama Gerçek

*Avrupa Birliği’nde insanlar ya sigara içerler yada içmezler.İçenler sigaralarını çakmak yada kibritle yakarlar.Ve bunların bir kısmı da kanserden ölür.Ama demir-çelik haddehanesinde çalışan hiçbir Avrupalı işçinin sigarasını yakmak amacıyla 600 tonluk pres makinesinin arasından emekleyerek geçip 2450 ˚C sıcaklığındaki fırına ulaşmaya çalışırken can verdiği görülmemiştir.Türkiye’de görülmüştür...KARABÜK.
*Avrupa’da da haşarat, özellikle sivrisinek vardır.Orada da sinek ilacı kullanılır.Ama sivrisinek yutup da midesine kaçan sineği öldürmek üzere ağzına Shelltox sıkmak suretiyle zehirlenip ölen Türkiye’dedir...İSTANBUL.
*Avrupa’da da insanlar berbere gidip tıraş olurlar ama, hiçbir berber rahatlamak amacıyla müşterinin kafasını sağa sola kanırtırken adamın boynunu kırıp onu öldürmemiştir.Türkiye’de öldürmüştür...ERZURUM.
*Örneğin bir bankamatikten para çekmek için düğmeye bastığınızda elektrik çarpmaz ve ölmezsiniz Avrupa’da.Türkiye’de ölürsünüz...BOZCAADA.
*Örneğin oralarda otoyolda giderken radyoda duyduğu göbek havası eşliğinde göbek atmak için “sağ şeride çeken” ve az sonra da arkadan gelen arabanın çarpması sonucu ölen bilinmez.Türkiye’de bilinir...ADAPAZARI.
*Nüfus sayım günü sokağa çıkma yasağı nedeniyle bomboş otoyolda (Avrupa’da böyle bir şey yoktur ve olamaz) sayım görevlisi “bariyerlere çarpıp” ölmez.Burada ölür...GEBZE.
*Aynı işyerinde biri gece, biri de gündüz vardiyasında çalışmakta olan ve her ikisi de “mobilet” kullanan bir baba-oğul, birisi işten çıkıp eve gider, öteki ise evden gelirken bir kavşakta karşılaşmazlar ve birbirlerine selam vermek için ellerini kaldırınca çarpışıp her ikisi de ölmezler.Burada ölürler...KONYA.
*Gemi mühendisi kazanı kontrol etmek için kazana girdiğinde biri gelip kazanın kapağını kapatmaz ve sonrada gemi yola çıkmaz...KOCAELİ.
*Bir adam ayakkabısının içine kaçan taştan kurtulmak için elektrik direğine yaslanıp ayakkabısını çıkarıp silkelediğinde yoldan geçen bir başkası onu, elektrik çarptığını sanmaz ve elektrikle bağlantısını kesmek amacıyla kafasına kürekle vurarak onu öldürmez...RİZE

İpten Adam Almak

Halk arasında “İpten adam almak” diye bir söz var. “Avukatlar için” kullanılır. “Çok başarılı bir avukat ipten adam alır” gibisinden.Sahi bu söz nereden geliyor?
Yargıtay başkanı Osman Arslan “soruyu” bize sordu.

“Bilmiyoruz” dedik. “Öyleyse anlatayım” dedi.İşte Yargıtay başkanının ağzından “ipten adam alma” hikayesi...

Bir tarihte varlıklı bir İngiliz ağır bir suç işlemiş.O suçun cezası “idam”. Adam hemen İngiltere’nin en şöhretli avukatını tutmuş. Avukat demiş ki:

-Merak etme ben seni kurtarırım.

Mahkeme başlamış. Avukat savunmasını yapmış ve hakim kararını açıklamış: “İdam!”
Avukat hapishaneye gitmiş, müvekkiliyle konuşmuş:

-Merak etme seni kurtarırım.
-Nasıl?
-Bu işin temyizi var...Temyiz idamı bozacak.

Dava dosyası temyize gitmiş. Temyizin kararı: -Mahkeme kararının onanmasına...İdam.
Adam “hani beni kurtaracaktın” diye avukatına çıkışmış.
Avukat hala sakin: -Merak etme.Seni kurtarırım.Daha herşey bitmedi.Konu, Avam Kamarası’na gelecek.
Gerçekten Avam Kamarası’na gelmiş.Konuşulmuş, sonunda parmaklar kalkmış: “İdam!”
Adam sinirli mi, sinirli.Avukat da sakin mi sakin. -Merak etme.Seni kurtarırım.Lordlar Kamarası, idamı geri çevirir, endişen olmasın.
Lordlar Kamarası toplanmış.Olayı incelemiş.Kararını vermiş: “İdam!”
Adam elinden gelse avukatı bir kaşık suda boğacak.Ama avukat hiç oralı değil:
-Merak etme, seni kurtarırım.Kraliçe onay vermeden, hiçbir idam cezası infaz edilmez.Kraliçe bu kararı bozar.
Dosya kraliçenin önüne gelmiş.Kraliçe imzayı basmış: “İdam!”
Londra’da bir meydan da idam sehpası kurulmuş.Hakim, savcı, avukat, güvenlik görevlileri, halk orada.Adamı idam sehpasına çıkarmışlar. Adamın avukata dönük bakışlarından alev fışkırıyormuş.Avukat ise adama, “sus” işareti yapmaktaymış; “Merak etme, seni kurtarırım” gibisinden.
Ve cellat, yağlı ilmeği, adamın boynuna geçirmiş.Alttaki iskemleye de tekmeyi vurmuş.adam, ipte sallanmaya başlarken, avukat yerinden fırlamış, cebinden bıçağı çıkarmış ve adamın boğazındaki ipi kesivermiş.Adam zar zor nefes alır bir halde yere yuvarlanmış. Hemen hakimler, savcılar koşup gelmişler:
-Avukat!Sen ne yaptın?
Avukat İngiliz Ceza Yasası’nı cebinden çıkarmış:
-Yasada müvekkilimin işlediği suçun cezası idam...Siz de onu idam ettiniz...Ama yasada “idam edilerek öldürülür” diye bir hüküm yok...Bu durumda ceza infaz edilmiş sayılır.
Bunun üzerine İngiltere’de bir “hukuk tartışması” başlamış. Kraliçe avukatın bu becerisinden dolayı adamı affetmiş.Ve İngiliz Ceza Yasası’nın “idam ile ilgili maddesi” yeniden düzenlenmiş: “İdama mahkum edilen kişi, asılmak suretiyle öldürülür.” O tarihte TV yok, büyük gazeteler yok, iletişim patlaması yok. Ama olay dilden dile bütün dünyaya yayılmış.
İşte “ipten adam alma” işinin aslı.

İndirim

Ayakkabıcı yeni getirdiği malları vitrine yerleştirirken sokaktaki bir çocuk onu izlemekteydi.Okullar kapanmak üzere olduğundan, spor ayakkabılara rağbet fazlaydı.Gerçi mallar lüks sayılmazdı ama, küçük bir dükkan için yeterliydi.Onların en güzelini ön tarafa koyunca, çocuk vitrine doğru biraz daha yaklaştı.Fakat bir koltuk değneği kullanmaktaydı, hem de güçlükle...

Adam ona birkez daha göz attı.Üstündeki pantolonun sol kısmı, dizinin alt kısmından sonra boştu.Bu yüzden de sağa sola uçuşuyordu.

Çocuğun baktığı ayakkabılar sanki onu kendinden geçirmişti.Bir müddet öyle durdu.Daldığı hülyadan çıkıp yola koyulduğunda, adam dükkandan dışarı fırlayıp:

-Küçükk!Ayakkabı almayı düşündün mü?Bu seneki modeller bir harika!
Çocuk satıcıya dönerek:

-Gerçekten çok güzeller! Diye tebessüm etti.Ama benim bir bacağım doğuştan eksik.

-Bence önemli değil.Bu dünyada her şeyiyle tam insan yok ki!Kiminin eli eksik, kiminin de bacağı.Kiminin de aklı yada imanı.
Küçük çocuk, bir şey söylemiyordu, adam ise konuşmayı sürdürdü:

-Keşke imanımız eksik olacağına, ayaklarımız eksik olsaydı.
Çocuğun kafası iyice karışmıştı.Bu sefer adama doğru yaklaşarak:

-Anlayamadım, neden öyle olsun ki?
-Çok basit!Eğer imanımız yoksa cennete giremeyiz.Ama ayaklar yoksa problem değil.Zaten orda tüm eksikler tamamlanacak.Hatta, sakat insanlar sağlamlara göre daha fazla mükafat görecekler.
Çocuk birkez daha tebessüm etti.O güne kadar çektiği acılar hafiflemiş gibiydi.Adam vitrine işaret ederek:

-Baktığın ayakkabı sana yakışır, denemek istermisin?
Çocuk başını yanlara sallayıp: -Üzerinde 30 lira yazıyor, almam mümkün değil ki!

-İndirim sezonunu senin için biraz öne alırım.Bu durumda 20 liraya düşer.Zaten sen bir tekini alacaksın, o da 10 lira eder.

Çocuk biraz düşünüp: -Ayakkabının diğer teki işe yaramaz, onu kim alacak ki? -Amma yaptın ha!Onu da sağ ayağı eksik olan bir çocuğa satarım.

Küçük çocuğun aklı bu sözlere yatmıştı.Adam devam ederek:

-Üstelik de öğrencisin değil mi?
-İkiye gidiyorum.Üçe geçtim sayılır.
-Tamam işte, 5 lira da öğrenci indirimi yapsak, geri kalır 5 lira.O da zaten pazarlık payı olur.Bu durumda ayakkabı senindir, sattım gitti! Ayakkabıcı çocuğun şaşkın bakışları arasında dükkana girdi.İçerdeki raflar onun beğendiği modelin aynısıyla doluydu.Ama adam, vitrinde olanı çıkarttı.Bir tabure alıp döndükten sonra çocuğu oturtup yeni ayakkabısını giydirdi.Ve çıkarttığı eskiyi göstererek:

-Benim satış işlemim bitti.Sen de bana bunu satsan memnun olurum.
-Şaka mı yapıyorsunuz!Onun tabanı delinmek üzere, eski bir ayakkabı para eder mi?
-Sen çok cahil kalmışsın be arkadaş!Antika eşyalardan haberin yok herhalde.Bir antika ne kadar eski ise o kadar para tutar.Bu yüzden ayakkabın bence en az 30-40 lira eder.
Küçük çocuk ard arda yaşadığı şokları üzerinden atabilmiş değildi.Mutlaka bir rüyada olmalıydı.Hem de hayatındaki en güzel rüya. Adamın heyecandan terleyen avuçlarına sıkıştırdığı kağıt paralara göz gezdirdikten sonra, 10 liralık banknotu geri vererek:

-Bana göre 20 lira yeterli.İndirim mevsimini başlattınız ya! Adam onu kıramayıp parayı aldı.Ve bu arada yanağına bir öpücük kondurdu.Her nedense içi içine sığmıyordu.Eğer bütün mallarını bir günde satsa, böyle bir mutluluğu bulamazdı. Çocuk yavaşça yerinden doğruldu.Sanki koltuk değneğine ihtiyaç duymuyordu.Sımsıcak bir tebessümle teşekkür edip:
-Babam haklıymış!Sakat olduğum için, üzülmeme hiç gerek yok, demişti.

Kaynak: Haziran 2005-Sayı:342-Zafer Dergisi

Beyin Denilen Mucize

Atatürk Üni. Yakutiye Araştırma Hastanesi Nöroşirurji Anabilim Dalı başkanı Prof.Dr. İsmail Hakkı Aydın, insan beyninin en büyük enerji kaynağı olduğunu belirterek “Beyin, Allah’ın insanlara bahşetttiği en büyük bir enerji kaynağıdır.Bu kaynağı kullanmak yada kullanmamak tamamen insanların iradelerine bırakılmıştır. ‘Çok çalışmak beyni yorar’ inancı resmen bir safsatadır ve art niyetle söylenmiş bir sözdür.”dedi.

İnsan beyninin ne kadar çok çalışırsa, çalışma konusunda da o kadar açlık hissedeceğini vurgulayan Prof.Dr. Aydın, beynin açlık hissetmesinin de bilim dilinde ‘pozitif feed-back’ olarak adlandırıldığını kaydetti.Beyinde trilyonlarca hücre bulunduğuna dikkat çeken ve bu hücrelerin de büyük bir enerjiye sahip olduğunu ifade den profesör, “Günümüzde insanlar beyin kapasitelerinin yalnızca % 2’den az bir kısmını kullanmaları nedeniyle sorgulanmalı ve sorgulanacaklardır da” diye konuştu.Prof.Dr. Aydın, öğrencilerin beyin yorgunluğu aldatmacasına inanmamalarını isteyerek zamanlarını çok iyi kullanmaları konusunda uyardı.

Uykuda geçirilen zamanı bile eğitim-öğretim amacıyla kullanmalarını tavsiye eden profesör, beyin hücrelerindeki gevşemenin yada rahatlamanın mutlaka bir başka konudaki çalışmayla değerlendirilmesi gerektiğine işaret etti.

Prof.Dr. Aydın şöyle devam etti: “Dünyada en süratli giden şey zaman kavramıdır.Zaman, süpersonik ve ışık hızından da fazla süratle akıp gitmektedir.Eğer bu zamanı iyi kullanamazsak, öğrencilerimiz ve gençlerimiz iyi değerlendiremezse insan fabrikasına yapılan yatırımın rekolte hesabını veremeyiz.Beynin enerji kaynağı da çalışmaktır.Beyindeki bir hücrenin yalnızca zarında 70 milivaltlık elektrik akımı vardır.Biraz ütopik olacak ama gençlerimiz çok çalışırsa yarın belki insanlığın ihtiyacı olan enerji yine insan beyninden sağlanacaktır.

Kaynak: Haziran 2005-Sayı:342-Zafer Dergisi

Sen Yine De Yap!

İnsanlar bazen akılsız, mantıksız ve bencildir.
Sen yine de onları sev.

Eğer iyi şeyler yaparsan insanlar seni bencil olmakla, çıkar peşinde olmakla suçlayabilirler.
Sen yine de iyi olanı yap.

Eğer başarılı olursan, kaypak dostlar ve sağlam düşmanlar kazanırsın.
Sen yine de başarılı ol.

Bugün yaptığın iyi bir şey yarın unutulabilir.
Sen yine de o iyiliği yap.

Dürüstlük ve samimilik, insanların seni incitmesine yol açabilir.
Sen yine de dürüst ve samimi ol.

Büyük fikirlere sahip büyük bir insan, küçük fikirlere sahip küçük bir insan tarafından engellenebilir.
Sen yine de büyük düşün.

Yıllarca yapmaya çalıştığın bir şey bir gecede altüst edilebilir.
Sen yine de yap.

İnsanlar gerçekten yardıma ihtiyaç duyarlar, ama yardım ettiğinde sana karşı nankörlük ederler.
Sen yine de onlara yardım et.

Dünya için yapabileceğinin en iyisini yaptığında seni tekmeleyebilirler.
Sen yine de yapabileceğinin en iyisini yap.

Kaynak: Haziran 2005-Sayı:342-Zafer Dergisi

Kıssadan Hisse

Gülümseme

Genç kız üzgün görünen yabancıya gülümsedi. Adam kendini daha iyi hissetti.

Geçmişte bir arkadaşının yaptığı bir iyiliği hatırladı ve ona bir teşekkür mektubu yazdı.

Bu mektup arkadaşının öyle hoşuna gitti ki yemek yediği lokantada iyi bir bahşiş verdi.

Bu bahşişin miktarına şaşıran garson, paranın bir kısmını yolda gördüğü fakire verdi. Fakir adam çok sevindi; çünkü iki gündür ağzına bir lokma koymamıştı. Yemeği bittikten sonra kaldığı izbe odaya gitmek üzere yola koyuldu. Yolda soğuktan titreyen bir köpek yavrusuna rastladı ve onu alıp eve götürdü. Soğuktan kurtulup başını sokacak yer bulduğu için köpekçik çok mutluydu.

Gece evde yangın çıktı. Köpek yavrusu havlamaya başladı, bütün ev halkını uyandırana dek havladı ve böylece bütün ev halkı kurtuldu.Kurtulan çocuklardan birisi büyüdü ve cumhurbaşkanı oldu.

Bunların olmasını sağlayan ise bir kuruşa bile mal olmayan masum, sıcak ve içten bir “GÜLÜMSEME” idi.

Kaynak: Kasım 2003-Sayı:50-Ailem Dergisi